Çiçek Mahallesi

Seksenli yılların en güzel dönemleri... Sonbahar mevsimi daha yeni yeni kendini göstermeye başlamıştı Yağmurlar aralıksız yağmaya devam ediyordu. Öyle ki mahallenin bütün sokakları yeni yıkanmış elbiselerini giymiş gibiydi. Ve nihayet  mevsimin en güzel ayı, aylardan Eylül... İnsanların henüz sobanın dışında herhangi bir ısınma yöntemi bilmediği dönemler. Sımsıcak dostlukların, çıkarsız ilişkilerin yaşandığı en güzel zamanlardan bir zaman dilimi...

Mevsim biraz acımasız, biraz soğuk bir o kadar da cazip yanıyla yeni yeni yüzünü göstermeye başlıyor. Sonbaharın o son demleri uzun uzun yağan kırkikindi yağmurları bir görünüp bir kaybolan güneş. Bizim mahallenin afacanlarının cam kenarındaki seyir telaşı çoktan başlamıştı bile. Kar yağsa da çıkıp bir kartopu oynasak derdi ile saatlerce cama yapışık yaşadıkları muhakkak. Renkli oyuncakların henüz onların hayatlarına girmediği dönemler. Tek bildikleri oyun kartopu oynamak en sevdikleri oyuncaklarına gelince karın üzerinde mutluluktan uçarak kaydırdıkları tahta kızaklar. Henüz renkli televizyonların bilgisayarların ve farklı oyuncakların onların hayatlarına girmediği o siyah beyaz dönemlerden bahsediyoruz...

Ayda bir mahalleye gelen sinemanın genç kız ve erkeklerdeki heyecan ve mutluluğunu es geçmeyelim. Evden izin almak için bir ay öncesinden yerini hazırlar onlar. Evdekileri ikna etmek kolay değildir, özellikle de kız çocukları için. İzinsiz kaçıp gidenlerde olacaktır elbette. Karanlık bir köşede kimseye görünmeden izleyip kaçarcasına eve dönme derdidir yaşadıkları. Öyle sabırsızlıkla beklenir ki o koca ekranın mahallenin ortasına kurulması sonra karşısına dizilen tahta sandalyeler, dondurma, gazoz, satalım da üç kuruş para kazanalım derdinde olan satıcılar herkesi bir bakıma mutlu ederdi aslında. İzleyenler ayrı mutlu, kar edenler ayrı herkesin payına bir parça mutluluk düşerdi mutlaka. 

Çiçek Mahallesi bizim mahallenin adı. Sıcak dostlukların, afacan çocukların, yüzü nurlu ak saçlı amcaların, beyaz örtülü tonton ninelerin yaşadığı huzur kokan bir mahalle. Burada her sabah bir hengâme ile uyanır insanlar. Bu gürültülü uyanma şekilleri ve çocukların heyecanlı telaşları hiç değişmez. Sonra çocukların zillere basıp kaçması, Hatice teyzenin onları kovalaması ile devam eder. Çocukların kaçarken ki kahkahalarının sesi yaramaz ama sevimli hareketleri elbette ki paha biçilmezdir.

Ardından su.......cu diye, naylon terlik, bidon var diye bağıran seyyar satıcıların sesleri birbirine karışır. Geç saatlere kadar uyumak ne mümkün onlar kurulu saat gibidir adeta. Çocuklar engebeli, çamurlu ve fabrika dumanından göz gözü görmeyen o sokaklarda okulun yolunu tutarken, erkekler iplik fabrikasındaki mesailerine yetişme çabasında olur. İşçi olarak çalıştıkları için “fabrika işçileri” tabiri kullanılır onlar için. Öğlen arası, yemek alacak paraları olmadığı için sefer tasları ile koyuldukları yolda bir bir gözden kaybolurlar. Soğuk ellerini yüzlerini üşüttür. Kırmızı bir renktir yüzlerinde beliren. Yaktıkları sigara ile hayata ve soğuğa meydan okumak istercesine bir duruş sergilemeye çalışır onlar. Hem ısınmak hem dertlerini unutmaktır aslında onların istediği. Öğlen vakti oldu mu yorgunluklarına birde açlık eklenir. Sefer taslarında o yağı donmuş ama dünyanın en lezzetli yemeği gibi gördükleri yemeklerini, ekmeklerini bana bana büyük bir iştahla yerler. Sanırsınız en usta aşçının elinden çıkmış en lezzetli yemeklerdir. 

Bir pazartesi günü hiç unutmuyorum, babam bir telaş eve geldi. Nefes nefese kalmıştı. Şaşkınlıkla o yana bu yana koşuştururken ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Meğer Mehmet amca kolunu fabrikadaki makinaya kaptırmış. Ne kadar erken müdahale etmeye çalışsalar da ne yazık ki kolunu kaybetmişti. “Ah Mehmet amcam” normalde bir ayı öbürünü yetiştirmezken üç çocuk, ev kirası derken bir de işinden olmuştu bir anda. Babam akşam hastaneden dönünce kolunu kaybettiğini anlamıştık. Bütün mahalle kötü gün için biriktirdiği üç beş kuruş parayı, bundan daha kötü gün olmaz mantığı ile Mehmet amcaya ulaştırmak üzere babama teslim etmişlerdi. O akşam anlamıştım ki biz çok büyük ve güzel bir aile idik.

Kız çocuklarının okula gönderilmediği zamanlardı o zamanlar. Kızlar zamanlarının çoğunu ya ev işi yaparak ya da el oyaları ile uğraşarak geçirirlerdi. Ayda bir mahalleye gelen sinema onların küçücük dünyalarında büyük umutlar yeşertirdi. Henüz renkli televizyonların ve renkli hayatların onların dünyasına girmediği tek renkli dönemlerdi. Tabi bu güzelliklerden çocuklarını mahrum bırakmaya çalışan babalar da vardı. Getirdikleri o anlamsız yasaklar ile genç kızların küçücük dünyalarına bir pencere daha kapatıp onları umutsuzlukları ile baş başa bırakırlardı. Eh o dönemlerde kızların hayatlarında Türkan Şoraylar, Ediz Hunlar vardı. Hayatı sadece kendi mahallerinden ibaret sanırdı onlar. Dedik ya tek renkli hayatların olduğu o siyah beyaz dönemler...

İletişim ağlarının kısıtlı olduğu dönemlerdi bu zamanlar. Telefon koca mahallede sadece bir evde olurdu. Televizyon ise sadece Hatice teyzenin evinde vardı ki; akşam olunca bütün mahalleli onun evinin yolunu tutardı. Tek kanallı siyah beyaz televizyonun olduğu o zaman dilimi. TRT’nin en kaliteli zamanları. Sanat müziğine de doyulurdu hani yalan yok. Zeki Mürenler, Müzeyyen Senarlar, Münir Nurettin Selçuklar, Emel Sayınlar. Ah ne güzel seslerdi onlar... 

Tek odası vardı Hatice teyzenin. Misafirlerini öyle büyük bir mutlulukla ağırlardı ki sanırdınız koca evlerde saraylarda oturur. Masasının üzerinde bir siyah beyaz televizyonu, gümbür gümbür yanan sobası üzerinde fokur fokur kaynayan demlikleri, tahta sediri, iki de yer minderi. Odanın bütün konforu işte bundan ibaretti. Mahallemizin en yaşlı insanı Hanife nine idi. Kulakları o kadar ağır işitirdi ki çoğu zaman konuştuklarımızı bile anlamazdı. Buna rağmen bu hengâmeli ortamdan asla vazgeçmezdi. Daha divana oturur oturmaz olduğu yerde uyumaya başlardı. Bazen gördüğü rüyanın etkisinden mi yoksa bizim gürültümüzden mi bilinmez, bir anda sıçrayıp sohbete dahil olurdu. Filmin sonu ne oldu diye her soruşunda odada bulunan herkes bir anda kahkaha atmaya başlardı. Bu tavrımıza sinirlenmiş olacak ki sonrasına hiç kimse ile konuşmadan tekrar uyumaya devam ederdi. Sobanın üzerinde çay kaynadıkça kokusu buram buram odaya yayılırdı. Kestanelerde pişti mi çayın yanında, değmeyin keyfimize. Zaman nasıl geçer anlamazdık. O an anladım ki aslında evleri güzelleştiren içindeki insanlardır. Ve bizde o insanlarla güzelleşiriz. Nihayet film biter, çaylar içilir, herkes bir bir evin yolunu tutardı. Bekçi Ahmet amca her zaman ki yerinde sokağın başında beklerdi. 

-Gene mi dizi izlemekten geliyorsunuz hanımlar? Diye tebessüm ile latife ederdi. Sonra bir bir herkes evlerine çekilir sokaklar ıssızlaşır insanların yerini kediler ve sokak bekçileri alırdı. 

İşte seksenli yıllarda Çiçek Mahallesi böyleydi. Henüz renkli hayatların ve teknolojinin insanları esir almadığı o dupduru dönemler. Çıkarsız ilişkilerin kalıcı dostlukların kardeşçe yaşanılan komşulukların olduğu o güzel dönemlerden bahsediyoruz. 

Çiçek Mahallesini ve güzel insanlarını
Çok özlüyoruz...

Bakmadan Geçme